ZİHNİN PRANGALARI



Esir düşmüş bir Celali’nin notlarından:

“Ne zamandır yazamıyordum. Mavi mürekkebim bittiğinden, ahval faciamı ifade edecek bir literatür olmadığından ve kelimeler kifayetsiz kaldığından… Her şeye rağmen kurumuş mavi mürekkebimi umudumla ıslatıp yazma kararı alıyorum. Zira ısırgan otlarına sarılı ruhum yalnız böyle huzur bulabilir. 

 Bugün ilkbahardan bir gün, günlerden mürdüm. Yeraltında bir halvetteyim. Karanlık, devasa bir oda. Zemini betondan, duvarları kalınca. Burası dağınık ve soğuk. Duvarın en tepesinde oldukça dar bir pencere bulunuyor. Yetişemiyorum. Sisli odanın içine zuhur eden çelimsiz, loş bir ışık süzülüyor içeri. El salladığım kuşları anımsatıyor bana. Kanat çırpışlarını ve süzülüşlerini nasıl ilgiyle takip ettiğimi, kanatlarının delip geçtiği bulutları ne çok sevdiğimi anımsatıyor. Havanın nasıl koktuğu hala dimağımda. Bu koku öylesine keskin ve kalıcı ki beni boğan bu odadan sıyırıp tekrar canlı kılıyor. Fakat artık gökyüzünün rengini anımsayamıyorum. Şimdilerde zifiri karanlıkla dost olduk ve geceyle de sırdaş. Gece, oldukça bilgin, görmüş geçirmiş, yol gösterici, yüce bir yoldaş benim için. Öyle alelade konuşamam onunla. O yüzden her zaman sırdaş olduğum geceyle konuşmadan evvel palyaço güzellemem ve ben biraz düşünürüz: 

Her birimiz bir servi ağacıyız aslında, der palyaço güzellemem. Hemen tamamlarım onu. Elbette öyle. Bir kere mevsimlere meydan okur servi ağaçları, hep dimdik kalır. Hep yeşildir, öylesine sabırlı ve sadıktır işte. Güçlüdür, öyle iki rüzgâr yedi mi hemen eğilip bükülmez. İnsanlar böyle bilir servileri. Fakat bu yönden benzemeyiz onlara. Kimse yapraklarını dökmeden yaşamanın ne denli ızdırap verici olduğunu görmez mesela. Asıl bu yönden her birimiz bir servi ağacıyız aslında. Kim bilir serviler de tutsaktır benim kadar. Bense yılkıya bırakılmış bir berduş kadar serviyim. Belki sistemin çarkına sıkışmış köle benim. Belki evhama tutulmuş kavgalarımın servinin kökleri kadar yayılmış olduğu kişi de benim. Yağmurlarca suya sahibim fakat köklerim yalnızca var olmamı sağlayacak kadar suya erişebiliyor. Gece, düşüncelerimle hemfikir. 

Gök gürlediğinde ve ısırganları temizleyeceğini umduğum sağanağın ıslığı her çaldığında bana ne olduğunu yıllar sonra da olsa anlıyoruz: Özgürlüğümü yitirdiğim zamanları hatırlıyoruz. İlkin kabullenemedim, bağırıp çağırdım. Sesim kısılana kadar hakkımı aradım. İsyan ettim, ben bir Celali’ydim. Pervasızca, yiğitçe savunurdum bağımsızlığımı. Lakin günler ayları, aylar yılları kovaladığında ve artık tükendiğimde, bağımsızlık arayışımın boşuna olduğunu düşündüm. İsyancı tavrım sönüp durumu kabullenme halim kıvılcımlanmaya başladı. Öğrenilmiş çaresizlikler yaşadım. Çaresizliklerim öyle yoğunlaştı ki çareyi derdime sarılmakta buldum. Derdim bana derman oldu. Öyle sandım. Esaretime bağlanmış hale gelmiştim. Güvenli alanım artık orası olmuştu. Artık benim, yolgeçen hanı zihnimdeki esarete mukavemet göstermeme gerek yoktu. Elimde kalan tek şey esaretimdi ve ne olursa olsun ona sahip çıkacaktım, sevecektim. Bu durum beni rahatlatıyordu. Kendi çapımda bir düzenim oluşmuştu. Bunu bozup beyhude çabalara girmeye hiç gerek yoktu. Tıpkı Stockholm Sendromu'nda olduğu gibi. İnsanın zamanla kendisini esarete sürükleyen kişiye ya da duruma karşı bir yakınlık hissetmesi, hatta onunla özdeşim kurması durumu (Erkoç, 2023).  Ben rehinesinin failine bağlandığı zelil bir Celali haline gelmiştim. Isırganları temizlemeye, duvarları yıkmaya, pencereden uzanıp semaya karışmaya gücüm varken ben ısırganlar arasında canımı yakmaya, duvarların harabesi altında ezilmeye izin vermiş; bırakın pencereden uzanıp semaya karışmayı, göz ucuyla dahi bakmaya korkar hale gelmiştim.

Devrik yeni dünyaya karşı gelmek fedakârlık gerektiriyordu, hürriyetinizden vazgeçmeyi gerektiriyordu. Ben bu fedakarlığı yapmıştım. Fakat fedakarlığımın izlerinin bu denli büyük bir yıkım yaratacağını bilemezdim. Bu yıkımın en büyük sorumlusu da sessizliğim oldu. Ben sustukça zihnim içimdeki kelime kırıntılarından duvarlar örmeye başladı. Ben sustukça pencerelerim bir bir kapandı. Tek bir pencere kaldığında artık kendime gelmiştim. Çelimsiz bir ışık hüzmesine muhtaç kalıp da onun nezdinde aydınlandığımda ve gözlerim tekrardan açılmaya başladığında, ellerimin zincirlenmiş olduğunu fark ettim. Bu umurumda değildi, gözlerim hürdü artık. Gözlerim duvarlarımı bir bir yıkıyor, zincirlerin onlarcasını birden koparmaya yetiyordu. Yıkılan duvarlarımın tuğlalarından merdivenler yapmaya başladım. Oluşan basamakları yavaş yavaş tırmanıyordum. İçinde ezildiğim bu duvarlar zihnimin oluşturduğu bir yanılsamaydı, biliyorum. Kendi irademi kaybedip zihnin mahpushanesindeki prangalara ram olmuştum. Şimdi ışığa yaklaştıkça hepsinin zihnimin bana bir oyunu olduğunu daha iyi anlıyorum. Otorite artık tekrardan benim ellerime geçiyor. Ve ben artık hiç olmadığım kadar özgür hale geliyorum. En önemlisiyse hâlâ düşünebiliyorum. O halde hala özgürüm demektir. En kıymetli düşüncemde, ki özgürlüğümün yegâne temsili budur, en güçlü zincirler çelikten halkaların bir araya gelip de birbirine bağlandığı değildir. En güçlü zincirler görünmeyenlerdir ve zihinde olandır. Parmaklıklar zihnimizde. Ve unutmayın ki o parmaklıkları saniyesinde ortadan kaldırıp bize çiçeklerle dolu bir yolu bahşedecek anahtar da yine aynı zihinde. Her birimizin kendi zihnindeki prangaları aşarak çiçekli yollara kavuşması dileğiyle. Sevgili yoldaşım geceye ve satır başındaki gardiyana sevgilerimle.”





Referanslar

Erkoç, H. (2023). Stockholm Sendromu: Kabul Edilebilir Şiddet ve Medya Temsilleri. Atatürk Üniversitesi Kadın Araştırmaları Dergisi, 3(2), 107–116.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sırça Köşk

Ben Çocukken-2

Nefs-i Katl